6 Nisan 2009 Pazartesi

Demir Amca, Balkaya ve Geçen Yıllar


İdolüm Demir Amca (Uncle Iron)

Yıllar önce bu yarasa işlerine ilk başladığım zamanlarda (o zamanlar bir lisans öğrencisi olarak yarasa projelerinin arazi çalışmalarına yardımcı olurdum) Arpat Amca (şimdi kendisi Büyük Biritanya'da meşhur bir bilim insanıdır) ile Trakya Bölgesi'nin altına üstüne getirmiştik. Bölgedeki hemen hemen her köye uğrayıp mağara aramış ve yöre halkıyla ahbap olmuştuk. Yine böyle gezilerden birinde Demir Amca'yla tanışmıştık. O zamanlar Buzbaş Amca (şimdi kendisi Amerika'da ne yapıyor tam olarak bilmiyorum, belki de doktor olmuştur) gezdiğimiz köylerde yöre halkına memeli hayvanların resimlerini gösterip, hayvanların bölgede varlığını soruyor ve biyoçeşitlilik üzerine bir çalışma yapıyordu. Hemen hemen herkes su samuruna ısrarla kunduz diyordu resmi görünce. Ama bir köyde beyaz saçlı, mavi gözlü bir amca, bütün köy "var, var; kunduz var bizim derede" derken, o birimizin koluna dokunup "su samuru" demişti sessizce. Sessizce, çünkü Demir Amca'nın ses tellerinden bir rahatsızlığı vardı ve boğazında bir delik vardı. Sonrasında Demir Amca bizi köydeki mağaralara götürmüş sessiz sessiz doğadan bahsetmişti. Cebinden çıkardığı küçük el feneri ile bizimle beraber mağaralar girmişti. Hatta bir mağarada önden giderek yolu göstermişti. Sonra bir daralın başında durup "Bundan sonra mağara ikiye ayrılır: sağdaki kol, delikten geçince göllerle gider ve çok devam etmeden biter; soldaki kol ise dar bir şekilde biraz devam eder, o da sonunda sifon ile biter. Siz bakın ben burada bekliyorum." demişti. Yıllardır "bu mağaranın sonu yok", "buradan girersin Karadeniz'den çıkarsın"gibi laflara alışmış olan bünyelerimiz bir miktar şaşkınlık yaşamıştı. Kendisi o gün bugündür benim idolümdür. Büyüyünce ben de köyüme dönüp Demir Amca olacağım. Neyse efendim sekiz yıl sonra yolumuz tekrar Kızılağaç Köyü'ne düştü. Ben yolda Hazal, Emek ve Emrah'a (ben değil Ankaralı olan) Demir Amca'dan bahsetmeye başlamıştım bile. Köye girdik , kahveye doğru yaklaşmaya başladık ve bir baktım Demir Amca (tam olarak böyle olmadı aslında; "aaa Demir Amca mı o?", "boynunu göremedim" ve son olarak "o işte" diye gelişen bir süreçti). Kısa bir hasret giderme sürecinden sonra kısaca projeden bahsettik, yeni muhtara hayırlı olsuna gittik ve sonrasında da Demir Amca bizi tıpkı yıllar önce olduğu gibi mağaralara götürdü. Önce Kızılağaç Mağarası'na sonra da Kovantaşı Mağara'sına gittik. İki mağaranın da aktif kısımlarında bol bol su vardı ve iki mağaranın da daralları bir miktar kilo aldığımı hatırlattı. Yarasaları sayıp, omurgasızları topladık. Çıktığımızda Demir Amca Hazal'a sarı çiçekler toplamıştı. Ben bunu idolümün idollüğüne yakışır bir hareket olarak yorumlarken, kötü kalpli Emek Hazal'ın mağaraya girmeden önce "ben bir çiçek toplayayım" (BÜMAK jargonunda tuvalete gitmek demektir) demesine rağmen elleri boş olarak geri gelmesine ve Demir Amca'nın da kızcağız bulamadı heralde diye düşünmesine bağlamıştı. Evet Emek kötü kalpli, pesimist ve kütük yakmaktan anlamayan bir insandı. Mağaralardan sonra tekrar köye dönüp birer çay daha içip yakın zamanda tekrar görüşmek üzere vedalaştık.


Solda T-box çizmeleriyle Emek; sağda sarı çizmeli sarı çiçekli mutlu Hazal, Demir Amca ve Ben

Cumartesi akşamı kamp kurmak için yakındaki Balkaya Köyü'ne gitmeyi önermiştim. Zira bu köyde de samimi olduğumuz köylüler vardı ve onları da uzun zamandır görmemiştim. Akşam üzeri Balkaya'ya vardık ama kahvede hiç tanıdık yoktu. Hemen Hayati Abi'yi aradım ve beş dakika sonra yanımızdaydı. Zamanında Hayati Abi ve Kemal Abi bizi bu bölgede en çok gezdiren, bize en iyi bakan ve bizi en çok güldüren insanlar olmuşlardı. Haliyle uzun bir muhabbet başladı. Çaylardı, sigaralardı derken hava kararmadan az önce kamp kuracağımız derenin yanına vardık. Ertesi sabah için Kemal Abi'nin oğlu Vacit ve eski dostumuz Ramo (Ramazan) ile sözleşmiştik. Uzun bir uykunun ardından köyün yakınındaki mağaraya doğru yola çıktık. Yanımızdaki fazla kasklar ile Ramo ve Vacit'i de yanımızda mağaraya soktuk. Yer yer sürünerek yer yer oluşumların güzelliğinden dibimiz düşerek mağaranın teorik sonuna kadar ilerledik. Eski kayıtlarına göre mağara 300 metre civarındaydı ve ben de daha önce mağaranın bu teorik sonuna kadar gelmiştim. Ancak bu sefer mağaranın sonundaki oluşumların kırıldığını fark ettim. Hazal en zayıfımız olarak aradan süzüldü ve mağaranın devam ettiğini söyledi. Mağara şimdiye kadar geldiğimizden farklı bir şekilde ve nispeten daha kolay ilerlenebilecek bir şekilde devam ediyordu. Daha sonra bir köşeyi dönünce mağaranın süprizi olan yaklaşık 100 bireylik büyük nalburunlu kolonisi bizi bekliyordu. Onlarla beraber mağaranın derinliklerine doğru ilerlemeye başladık. Ancak hayvanları daha fazla rahatsız etmemek için galerinin iyice daraldığı yerden geri dönmeye karar verdik. Nasıl olsa yazın tekrar gelecektik. Ramo ve Vacit hem mağaradan hem de Hazal'ın cesaretinden etkilenmiş olarak mağaradan çıktılar. Onları köyün fahri mağara korucuları ilan ettik. Bakalım ne kadar etkili olacak! Aslında Balkaya'da geçen muhabbetler buraya yazmakla bitmez. Maalesef kısa kesiyorum. Balkaya'dan sonra Hamidiye köyüne geçtik. İlk mağaradaki keşiften ötürü saat geç olmuştu. Kahvede muhtarla tanışıp yakındaki mağaraya doğru yola çıktık. Mağaranın giriş kısmı kışın hayvanlara bakmak için kullanıyor ve yaklaşık 80 metrelik kısa bir mağara. İçeride birkaç yarasa vardı ve birkaç da örümcek. Kısa süren bu mağara girişinden sonra Kıyıköy üzerinden İstanbul'a geri döndük. Bu gezi bana mağaralar ve yarasaların yanısıra yıllar sonra gördüğüm tanıdıklardın da etkisiyle çok tatlı geldi. Hatta biraz da bitter çukulata gibiydi. Yıllar geçiyor nitekim.


Solda rezevuar köpekleriymiş gibi yaparken, sağda Vacit, ben ve Ramo, Ramo'nun ben fotoğraflarda mı tipsiz çıkıyorum yoksa normalde mi tipsizim diye sormasını çözmeye çalışırken.

1 yorum:

  1. Demir Amca'ya harita çizmeyi de öğretseydiniz bari oldu olucak. Gerisini halletmiş gibi kendisi zira :)

    YanıtlaSil