24 Ağustos 2009 Pazartesi

1-2 Ağustos, Balkaya, Sergen ve Bir Köy Daha

01.08.2009 Cumartesi sabahı saat 10:00'da İstanbul'dan yola çıkıldı. Emrah Çoraman'ın (29) kontrolünde olan 2008 model Peugeot Partner Adventure aracının içinde bulunan Oğuz Karaçuka (30), Yaman Özakın (29) ve Merve çevik (22) ilk molalarını Vize ilçesinde verdikten sonra planlanan 8 mağara girişi için yola koyuldular. Amaç yaz mevsiminin gelişi ile mağaralarda bulunan yarasaların sayısının değişimini ve türlerin dağılımını incelemekti.İlk girilen mağara olan Bağlar mağarasına girer girmez serin havası ile rahatlarken, ağıza buruna kaçan binlerce küçük sinekten de bir o kadar da rahatsız olduk. Çoroş kelebek avcılığında da kullanılan olta ucu ağ ilkel aleti ile bizleri görünce neşe içinde uçuşmaya başlayan yarasaları tutup cinslerini bir bilim adamı edasıyla mırıldanıyor, bizler ise hayran hayran onu izliyorduk.

İkinci mağara girişi Bağlar mağarasının yakınında bulunan Ocak mağarasına yapıldı. Üçüncü ve dördüncü mağaranın yakınına araç ile gidildi, GPS yardımı ile ormanın içinden yürüyerek devam edildi ancak daha sonra GPS aletinin kendini şaşırmasına şahit olduk. Hatta sonraki mağaraları GPS'in git dediği yönün tersine giderek bulduk bile denilebilir. İlk gün için 4 mağara yeterli olduğundan, Balkaya köyünün kahvesine çay içmeye ve akşama Yenesu mağarası yakınındaki piknik alanında kamp yapacağımızı haber vermeye gittik. Kahvede Hayati Abi ile konuştuktan sonra, akşam üstü köyün muhtarıyla yoğun bir sohbete daldık. Mağaralara neden zarar verilmemesi gerektiği konusunda uzun uzun konuştuk. Bizi oldukça zorlasa da sonunda az da olsa ikna oldu sanırsak. Daha sonra kahvedeki diğer amcaların da katılımıyla köylünün ve ormanın sorunlarını dinledik. Köylülerin projeyle ilgili kaygıları bir kere daha dinlendi ve kendilerine bildiğimiz kadarıyla tekrar bilgi verdik. Saat dokuz gibi kamp yerimize doğru hareket ettik. Cumartesi akşamı olduğu için kamp yerimizde yanlız değildik. Tedirgin bir uykudan sonra sabah on gibi kalktık.

Pazar sabahı 10:00 gibi toparlanıp kamp alanından ayrıldık. Domuzderesi (ya da Kurudere) mağarasını bulmak yaklaşık üç saatimizi aldı. Önce Emrah'la Çuka arabayı bırakıp yürüyerek (ama yoldan!) mağarayı buldular. yaklaşık bi buçuk saat sonra dönüp Merve'yle Yaman'ı da aldılar. Ama nedense mağarayı bulmak için bu sefer de bir buçuk saat uğraştık. Çamurlu olması dışında oldukça çekici bir mağara idi. Fazla yarasa olmadığından işimizi çabucak tamamlayıp dışarı çıktık. Çok vakit ve enerji kaybettiğimiz için bugünlük bir mağaraya daha girip tamamlamaya karar verdik. Doğru bir karar olduğunu Uzuntarla'yı bulamazken anladık. Geçen gelişimize kıyasla daha az yarasa vardı. Çıkışta da engerek falan görmedik. 16:00 civarı trafiğe kalmamak için dönüş yoluna çıktık, 18:30 gibi İstanbul'daydık.
Merve & Yaman


15-16 Ağustos, Yeniden Demirköy

Bu kez, çok Havva'lı bi arkadaşımız yazıyor:

''Mağarası gelmek'' deyimi mağaraları, çamurunu, suyunu, karpit kokusunu özleyip mağaracıların bir an coşmalarını ve sonrasında kendilerini mağarada bulmalarını ifade eder. Hele bir de böyle bir ruh halinde Shakespeare okuyorsanız, kendinizi '' Mağaraya gitme aşkının okunu tutma yayda gerili, bırak da gitsin ileri.'' derken bulabilirsiniz. İşte böyle bir ruh halinde asla yanlız kalmazsınız ve size mutlaka birilerinin eşlik ettiğini görüp kendinizi mağara yollarında buluverirsiniz..


Bu seferki gezimiz Pınar ve Özge'nin de aramıza katılmasıyla 14 Ağustos Cuma 22:30 sularında start aldı. İstanbul'dan Kırklareli'ye doğru yola koyulduk. Verilen bir iki mola sonrası 02:15 sularında Kozarka Mağarası'nın bulunduğu ormanlık alana ulaştık. Kozarka Mağarası Çukurpınar Köyü'nden Armağan Köy'e doğru giderken yolun hemen kenarında, sağda, ormanlık alanın hemen girişinde bulunmakta. Mağaranın girişini tespit ettikten sonra dördümüz de birbirimize bakıp sırıttık ve o an bir şey söylemeye de gerek kalmadan mağaraya girme hazırlıklarına başladık. Kızlar Ankara'dan geliyorlardı ama hiç sesleri çıkmıyordu, sanki mutluydular. Herkes mutlu olduğuna göre 03:15'te mağara girişimizi gerçekleştirdik. Mağarada yanlızca bir adet yarasa tepemizden süzülüp uçtu gitti. Guanoya rastlamadık. Çöküntü kayalardan oluşan küçük bir mağaraydı Kozarka. Birkaç kola girdik çıktık, biyologlar sinek ve örümcek gibi canlı örnekleri topladılar ve 04:15 sularında mağaradan çıktık. Mağaranın giriş ağzında Pınar'ın deyimiyle gastro'sunu atmış pod'u kalmış canlılar vardı, örnek alırken Pınar'ın bu ifadesi hepimizi bir hayli güldürmüştü. Tepemizde kocaman örümcekler ve cocoonlarla dolu bir alanda sürünerek aşağı süzülmek eğlenceli (!) saniyeler yaşattı dördümüze de. Biraz uyuduktan sonra 09:30 sularında uyanıp Armağan Köy'e doğru yol aldık. Köylülerle projeye dair biraz sohbet ettikten sonra Necati (Çolak) Amca eşliğinde Yeşillik Mağarası'nın yolunu tuttuk.

Mağaranın bulunduğu ağaçlık alana geldiğimizde karşıki tepede yer alan Karlık ve Arpa Mağaraları'nı gösterdi Necati Amca. Bölgede bir hayli mağara istihbaratı aldık. Arpa, Karlık, Kazandere, Künkler, Katrancı bu istihbaratlardan. Yeşillik Mağarası'nın yerini tespit ettikten sonra Necati Amca'yı motoruyla uğurladık. Hızlıca bir şeyler atıştırıp mağaraya girecektik ki Pınar'dan özlü bir sabah şarkısı geldi. Domateslerimizi sularına akıta akıta sevinçle yerken ''Nar gibi domatesle beyaz peynir, bir parça ekmekle beraber yenir. Gel onu seninle yiyelim, derhal düzelir keyfin, neşen gelir.'' dedi Pınar. Biz olayın şokuyla şaşkın bakışlar atarken Pınar şöyle devam etti: ''Her zaman insan istediğini bulmaz, bazen az yemekle rengimiz solmaz. Mideni çok yormamalısın, bazen de perhiz et, hiç fena olmaz.'' Atılan kahkahaların ardından çikolatalı sütlerimizi yudumlayıp Yeşillik'e doğru yol aldık. 12:45 sularında mağaraya girdik. Pınar ve Özge sinek, güve, örümcek, gastropod gibi canlı örnekleri toplarken Sencer'le ben de ölçüm aldık. Yeşillik minik bir mağara idi ama her yerden bir kol çıkıveriyordu karşınıza.

O kollardan birinde biraz ilerimizde Pınar canlı örneği toplar ve biz de Sencer'le ölçüm alır iken Sencer tam klinoyu okuyacaktı ki ''Klino'' demesiyle arkadan bir başka koldan sürünerek gelen sevimli Özge ''Benim, Özge.'' dedi ve hepimiz o an bir gülme krizine girdik haliyle. Ardından mağarada devam eden bir başka kol ve bu kolun son kısmında da bol guano bulduk. Fakat bu mağarada da sadece bir tane yarasa gözlemledik. Guanoyu müjde çoraplarına doldurarak 15:25'te mağaradan çıktık. Köy kahvehanesine dönüp sıcacık çaylarımızı yudumlarken yöre halkıyla biraz daha sohbet etme şansımız oldu. Sencer'in öğretmenimiz olduğunu sanan köylüler bizi bir hayli güldürdüler. Köylüler oldukça bilinçlilerdi aslında. Projenin, doğal ve tarihi güzelliklerinin öneminin, her bir şeyin farkındalardı. Fakat konu nedense hep ''define''ye geliyor idi. Açık açık hiçbir mağarada define bulmadığımızı söyledik merakla bize bakan köylülere. İçlerinden biri gülümseyerek siz definenin hasını bulmuşsunuzdur gibi bir laf etti ki, Pınar kendisine şu cevabı veriverdi o an : ''Evet en güzel defineyi biz bulduk. Keşfetme duygusu tarif edilemez bir define bizim için. Mutlu oluyoruz mağaralara girince, neyle karşılaşacağımızı bilmiyoruz ve o keşif duygusu tarif edilemez bir define, haklısınız.'' dedi. Amcalar sustular, hafif bir gülümseme vardı yüzlerinde. Biz de Pınar'ı takdir ettik o an :) Eksikleri almak üzere Özge ile bakkala girmiştik ki iki teyzeyle kaşılaştık. Selam verip hoşgeldiniz dediler. Yaptığımız çalışmayla ilgili Özge teyzeleri bilgilendiriyordu ki gelen cevap bizi hem şok etti, hem acayip mutlu olduk bi an. Teyze ''yöre halkını bilinçlendirmede bizlere çok iş düştüğünü ve bilinçlendirilmeyen yöre insanının ekolojik dengeye farkında olmadan zarar verdiğini ve bu durumun da doğanın doğal dengesini bozduğunu'' söyleyerek cümlesini sonlandırdı.


Armağan Köy'de işimizi tamamladıktan sonra Çukurpınar Köyü'ne doğru hareketlendik. Projeye dair yöre halkıyla biraz sohbet etme şansımız oldu. Biyologlar kendi alanlarıyla ilgili oldukça detaylı bilgiler verdiler. O an öğrendik ki ''evet, yörede bir biyosfer projesinden bahsediliyor fakat ne yazık ki yöre halkı bu projeyle ilgili detaylı bilgilendirilmemiş.'' Hatta amcalardan biri biraz asabiyet yapmış, bizi de yakalamıştı ki ''Eeee noluyor şimdi siz yarasayı, mağaradaki börtü böceği inceleyince, var mı bana bi yararı'' gibi bir çıkışta bulundu. Biyologlar ellerinden geldiğince nazik ve sakin bir şekilde gerekli bilgilendirmeyi yapmaya çalıştı. Eski köy muhtarı da o ara gelip bizlere yardımcı oldu. Şerafettin Amca eşliğinde Kale Mağaraları'nı incelemek üzere ormana doğru yol aldık. Arabayla gidilebilecek son noktaya geldiğimizde Şerafettin Amca bize özenle kazılmış çok derin bir defineci çukuru gösterdi ve o an gördüğümüz işçilik bizi şok etti. Büyük şaşkınlık içinde ormana dalıp mağaraların yolunu tuttuk. Kalenin hemen yakınındaki mağaraya girdik önce 17:30 sularında. İn demek daha doğru olur belki de. Birkaç örümcek ve sinek örnekleri alındı. O esnada mağaradan sevimli bir fare çıkageldi karşımıza. Sonra biraz daha aşağı kısımda bulunan diğer mağaraya gittik. Yarasa popülasyonunun yoğun olduğu bir mağaraydı. Güve benzeri kanatlılar, sinek, örümcek ve kene örnekleri alındı. Guanoların içi isopod ve solucan kaynıyordu.

Yarasaları rahatsız etmemek adına hızla işimizi bitirip 18:45 sularında mağaradan çıktık. Şerafettin Amcamız'la Bulgar dağlarına karşı fotoğraf çekmeden köye dönmek düşünülemezdi. Sencer anı ölümsüzleştirdi. Şerafettin Amca dünya tatlısı br insandı, bize oldukça yardımcı oldu. Mağaraya giren kız ekibine 'aferin' diyip takdirlerini sundu, bizleri mutlu etti. 19:10'da arabamıza ulaştık ve köye döndük. Köy kahvehanesine geldiğimizde bizi bir süre bırakmadılar. Nüfus artmıştı, sorulan tüm sorulara özenle ve sabırla cevap verildi. Belli ki herkes ayrıntılı bir şekilde aydınlatılmak istiyordu. Kendi alanımızla ilgili detaylı bilgi verdi biyologlar tekrar tekrar. Broşürlerimizden de dağıtıp vedalaştık. Şerafettin Amca bir sonraki gelişimizde bizi diğer mağaralara götüreceğini söyledi gülümseyerek.

Ertesi gün Kızlar Mağarası'na gideceğimizden Sarpdere Köyü'ne doğru yol aldık. Köy kahvehanesinde biraz sohbet edip bize sunulan karpuzları yedik keyifle. Karpuzu 10 dakikada çatlatmayan pınarın suyunu içmem diyen Necati Amca'yı andık sevgiyle. Tekrar yola koyulduk. 22:30'da Dupnisa Mağarası'nın yer aldığı kamp yerindeydik. 3 dağcı ile karşılaştık. Geçtiğimiz haftalarda farecilerle karşılaşan asosyal ekip üyelerinden olmadığımız için, oldukça keyifli bir sohbete koyulduk dağcılarla ve 2'ye doğru ancak çadırLarımızın yolunu tutabildik:) Aynı zamanda mağaracılık da yapmış insanlardı. İçlerinden biri yerel bir gazetede görevliydi. Proje ile ilgili olumsuz düşüncelerini paylaştılar, Pınar ise işin mağaracılık kısmında verilen emeklerden ve çalışmanın ne denli ciddi bir biçimde yürütüldüğünden bahsetti. Karşılıklı ikramlar geceyi daha bir keyifle geçirmemizi sağladı: sıcak su, çay-kahve, yaprak sarma, kaşarlı sucuk vb. Oldukça samimi oluverdiğimizi Pınar'ın şu tepkisiyle ölçebiliriz. ''Gün içinde bir hayli gezdik, ormanda böğürtlen bulduk, toplayıp afiyetle yedik; ama her yerimiz çizildi.'' diyen arkadaşımıza Pınar'ın tepkisi ''Oh olsun, demek bizsiz böğürtlen yersiniz ha!'' oldu.

16 Ağustos Pazar sabahı 09:30 sularında kalktık. Bizi yiyen böcekler sanki ameliyat izleri bırakmıştı vücudumuzda. Yapılan muhteşem kahvaltı keyfimizi yerine getirmişti neyse ki. Chokella olsun, domates biber salatalık olsun , kaşar olsun beyaz peynir olsun her bir şey vardı ama Sencer huysuzluk edecek ya tutturdu ''yumurta'' diye. Neyse ki oradaki büfeden koşarak gidip yumurta aldım ve sustu. Böylece huzur verici bir sessizlik içinde keyifle sucuklu yumurtalarımızı yedik. 12:00 sularında kamptan ayrıldık. Mağaraya gitmeden önce köy kahvehanesindeki amcalarla oturup sohbet etme imkanımız oldu. Minik bir yol tarifi alıp efsanesi bol Kızlar Mağarası'na doğru yol aldık. 13:30'da girişimizi gerçekleştirdik. Özge ve Pınar otbiçen, örümcek, sinek, gastropod gibi canlı örnekleri toplarken Sencer'le bense ölçüm aldık. 15:30'da mağaradan çıktık. 16:00'da İstanbul'a dönüşe geçtik. Saray'da mola verip bir güzel aç karınlarımızı doyurduk. Ardından bir tatlı krizidir aldı başını gitti. Tatlıcı Tombak'ı aradık dakikalarca, bulduğumuzdaki mutluluk görülmeye değerdi. Ardından tekrar yola koyulduk. Güya erkenden evimize geleektik. Fakat yolda kaza vardı ve dönüş bir hayli sancılı geçti. Saatler süren tıkanıklık herkesi çıldırtmıştı; ama belliydi ki bazılarının üstünde tarif edilemez bir gerizekalılık izleri bırakmıştı. Sinyal verip de şerit değiştiren araba sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu.

Onu geçtim zart diye önümüze atılan arabalar yüzünden kaç kez kaza tehlikesi geçirdik. Kafamı nereye çevirsem abuk sabuk şeyler görüyordum: Birkaç aylık bebeğini direksiyon başında kucağında taşıyan gerizekalı şoförler, mal gibi önümüze atladıktan sonra göz dağı verir gibi camdan tesbih salllayan gerizekalılar, acil şeridini üçüncü bir şeritmişçesine kullanan onlarca araç, kocaman otobüsü üstümüze üstümüze süren Metro firması şoförü vb. Sinir katsayılarımızı bir hayli yükselmişti yolculuk boyunca. Neyse ki 22.30 sularında sağ salim evimize ulaştık. Yaşanan powerball çılgınlığının ardından kızları canlı örnekleriyle Ankara'ya yolladık.

Nice kamplara, mağaralara hep beraber...

Havva

3 Ağustos 2009 Pazartesi

20-21 Haziran İğneada Gezisi

Haziran'da yaptığımız gezinin gecikmeli yazısı Aydın arkadaşımızdan:

"Sabah 7:30 da kulüp odasında buluşup yola çıkmak için geziye katılacaklar olarak bir gün önceden sözleştik. Genel ortalamamızın altında bir gecikmeyle herkes kulüp odasındaydı. Alel acele son kontrolleri ve hazırlıklarımız yaptıktan sonra saat 9:00 sularında Kırklareli'ne doğru yola çıktık. Saat 11:00 sularında Pınarhisar'a varan ekip burada kahvaltı edip, kamp için gerekli olan sarfiyat malzemesini de aldıktan sonra vakit kaybetmeden mağaralara doğru yola koyuldu. İlk hedefimiz Avcılar Köyü'ndeki Tirfez Mağarası ve Çatalyol Düdeni'ydi. Tirfez Mağarası'nda yarasa sayımı ve canlı örneği toplanacak, Çatalyol'da ise bu işlerin yanında ölçüm çalışması da yapılacaktı.

Önce Tirfez Mağasası'ndaki örnek toplama ve sayım işlerini tamamladıktan sonra Çatalyol Düdeni'ne geçtik. Çatalyol Düdeni'ne önce Mehmet ve ben döşemeyi yapmak için girdik, yaklaşık bir saat sonra da arkamızdan Kürşad, Çoraman ve Aslı'dan oluşan bindirme ekibi ölçüme yardım ve sayım işlemini yapmak için girdiler. Mehmet, ben ve Aslı ölçümü yaparken, Kürşad ve Çoraman yarasa sayımını ve tür belirleme işlemiyle ilgilendiler. Ardından ölçüm ekibinde küçük bir değişiklik oldu ve Aslı'nın görevini Kürşad devraldı. Biz ölçüm işi ile uğraşırken, Çoraman ve Aslı örnek topladılar. Çatalyol Düdeni'deki işimizi bitirdikten sonra mağaradan çıkıp yola koyulduk. Yolda araçla bizi Gülfer ve Barış karşıladı ve saat 23:00 sularında kampa vardık. Kampta bol miktarda yemeğimizi de yedikten sonra günün verdiği yorgunluktan herkes uyumak için çadırlarına ben ise Döker ailesinin aracına çekildim.

Sabah sınır birliğine ait bir asker birliği kampımızı ziyaret ettikten sonra ön kahvaltı dediğimiz kahvaltıyı yapıp 9:00 gibi yola çıktık. Pınarhisar'da bir gün öncekine benzer bir kahvaltı yaptıktan sonra vakit kaybetmeden yola koyulduk. Sivriler Köyü'ndeki Mermer Mağarası'na girecektik. Bu sefer ki ekipte Emek ve Gülfer de vardı. Memo, ben ve Aslı ölçüm yapacak diğerleri yarasa sayımı ve örnek alınmasında Çoraman'a yardım edeceklerdi. Lakin girişin seyri de bu şekilde devam etti. Yalnız mağaranın 8m'lik bir inişten oluşan dar bir pasajında nefes alma güçlüğü yaşadık ve burada ölçüm alma işlemi bizim için ciddi anlamda yorucu ve bir miktarda kaygı verici bir durum oluşturdu.

Konu hakkında daha fazla yorum yapma gereği duymuyorum çünkü zaten Yaman bir gezi önce uzun uzun aynı mağara ve aynı konudan söz etmiş. Mehmet ve ben ölçüm işi ve döşemenin toplanma kısmını halledip sağ salim ve hafif yorgun bir şekilde dışarı çıktık. Dışarıda verdiğimiz kısa bir molanın ardından, toplanmak ve dönüş yoluna çıkmak üzere arabalara doğru yola koyulduk. Saat 19:00 sularında Pınarhisar yolu üzerinde yediğimiz enfes akşam yemeğinden sonra kulübe dönüp, evlere dağıldık. Böylece bir maceranın daha sonuna geldik.

Aydın"

11-12 Temmuz Vize Gezisi

Bu kez Havva arkadaşımız anlatıyor:

"Cuma gecesi Pınar'ın İstanbul'a gelmesi ve hoş şarap eşliğinde sabahın ilk ışıklarına kadar süren sohbetin ardından birkaç saat uyumuştuk ki Mehmet'in aramasına birkaç dakika kala uyanıp hızlıca hazırlandık. 11 Temmuz Cumartesi sabahı 07:30 sularında kapımıza dayanan Mehmet önce bizi attı arabasına, ardından da Maxi-Başak ikilisini ve hızlı bir kahvaltının ardından Kırklareli’ne doğru yola koyulduk. Ayçiçeği tarlalarının güzelliği, sohbetin keyfi derken 812 yıllık olduğu iddia edilen ağacın yanı başında çaylarımızı yudumlayıp köye doğru yol aldık.

Köy kahvehanesinde kısacık bir mola verip broşürler üzerinden mağara ve mağaracılığa dair biraz sohbet ettikten sonra, programda olmayan ama köylüler tarafından oldukça yakın olduğu söylenen Kocaçayırlar Mağarası'na doğru yol aldık. Önceki gün yağışlı olduğu için Mehmet'in yere çok yakın Corsa'sı çamura saplandı ve arabayı itmeye çalışan Başak tekerlekten gelen çamurun kurbanı olup pislik içinde kaldı. Atılan kahkahaların ardından arabayı kurtarıp hızlıca hazırlandık ve tarlaların arasından süzülerek bir ayçiçeği tarlasına gelmiştik ki bize eşlik eden amcam ''Aha da tam buradaydı mağara!'' diyerek toprağı dövmeye başladı. Ben amcanın espri anlayışını sorguluyordum ki amcam ciddi ciddi oracıkta bir mağara olduğunu ama görülen o ki maalesef tarla sahibinin mağara ağzını toprakla kapadığını söyledi. Önce şaşkın ardından ezik bakışlar atarak mağara ile vedalaştıktan sonra teşekkür edip ayrıldık ve Bağlar Mağarası'na doğru yola koyulduk.

Bağlar Mağara'sı örümcek çeşitliliği açısından zengindi. Mehmet konuda oldukça uzmanlaşmış tür isimlerini Latince sayarken ilk kez geziye katılan bizler ''Bu ne, bu ne?'' diyip konuya açlığımızı gidermeye çalışıyorduk. Örnek olarak aldığımız guanoyu ten rengi müjde çoraplarından birine koyduktan sonra yarasa popülasyonunun yoğun olduğunu görüp yavrulama döneminde oldukları için ilerlememe kararı aldık ve hemen yakınlarda olan Ocak Mağarası'na harekete geçtik. Yol üzerinde bir kertenkele ile karşılaştık ki kendisini ilginç kılan yanı bizden hiç kaçmayışı idi. Mehmet'e sevimli pozlar bile verdi. Diğer mağaradan da örnek toplamaya başladık. Örümceklerin büyüklüğü Başak'ı kıllandırdı. Etrafa merakla bakıp değişik bir şeyler bulmaya çalışırken diğerlerinden farklı bir şey görüp heyecanlanmıştım ki Mehmet ''O bir kene.'' dedi. Pınar elinde pensi, böceklerin korkulu rüyası olmaya devam etti. Mehmet-Maxi-Başak ölçüm almak üzere mağarada kalırken Pınar'la ben toplanan örnekleri düzenlemek üzere mağaradan çıktık.

Sırada Yenesu Mağarası vardı. Balkaya Köyü'ne doğru harekete geçtik. Yolda, arkadaşlarım için özenle yapıp içine sevgimi kattığım yaprak sarmaları götürdük afiyetle. Derken köy kahvehanesine ulaşıp meşhur Ramo ile tanıştık, çayları yudumlayıp kamp alanına doğru hareketlendik. İnsanların piknik yaptığı alana çadırlarımızı kurup meraklı gözler eşliğinde üzerimizi değiştirdikten hemen sonra mağaraya doğru yol aldık. Pınar elinde Nutella kutusu ve pens ile bilim aşkı ile tutuşurken bizler Zeus'un arkasından bir dakika ayrılmayan Hera misali onun peşinde dolanıp duruyorduk. Mağaranın sulu kısmına gelmeden önce hemen her yerde güvelerle karşılaştık. Mağaradaki en hoş canlılar ise kesinlikle kene kolonisiydi. İnci şeklinde öbek öbek kene, öylece bize bakıyordu ki Mehmet hemen anı ölümsüzleştirdi. Bele kadar gelen sulara doğru yol alıp hızlıca ilerlemeye başladık mağarada. Gördüğüm en güzel mağaralardan biri olmuştu Yenesu, keyfime diyecek yoktu. Sulu kolun ikiye ayrıldığı noktada sağdan devam ettik ve uzunca bir yolu kat ederken Mehmet'in söylediğine göre tüm yarasaların mağaradan göç ettiğini gördük. Bir tek yarasa bile kalmamıştı. Yarasacıbaşı Çoraman'a hemen durumu bildirmek lazım dedik. Guano örneklerini müjde çoraplarına koyarken isoopodları keyifle izledik. Mehmet'in mağaranın artık daha fazla ilerlemediğini iddia edip ''Sencer'in dediğine göre buradan devam eden yol bir başka çıkışa gidiyormuş.'' diyerek sırıttığı noktada, gördüğü deliğin nereye çıktığını tespit etmeden mağaradan çıkamama hastalığına sahip ben, bir bakıp gelmeyi teklif ettim. Birkaç metre sonra bitecekmiş gibi görünen yol, o birkaç metreyi aştığınızda başka bir birkaç metre ile sizi selamlıyordu. Sonra başka bir birkaç metre derken mağaranın devam ettiğini gördüm. Mehmet'le ''Heeeyoooo''laşarak sulu bir kısma geldik ve bir de ne görelim: şirin bir amphipod. Mehmet heyecan yapıp Pınar'ı almaya gitti. Ben de bu değerli yaratık bir tane olduğundan psikopata bağlamış gözlerimle onu kaybetmemeye çalıştım. Bu amphipod kardeş kırkayağın suda gideni gibi bir şey olmakta; ama örnek toplama tüpüne koyduğunuzda komik bir hal alıp sanki boğuluyormuş taklidi yapmakta. Pınar tür teşhisi için bir tanenin yeterli olmadığını söyleyip en az bir tane daha bulmaya çalıştı. Buz gibi suda ikimiz amphipod avına çıktık ve suda donsak da minik bir amphipod bulmayı başarıp mutlu mesut dönüşe geçtik. Pınar’la amphipod ''Benim için sen varsın, senin için de ben.'' diyen Fareler ve İnsanlar'daki Lennie ile George gibiydiler. Zaten ıslanmış olduğumuzdan bu sefer suda adeta koşuyor, garip bale hareketleri sergiliyorduk. Bir ara gaz olan Mehmet 1-2-3 diyerek kendini suya attı, bunu yaparken Başak'ın gözünü çıkarma girişiminde de bulundu. Mutlu mesut suda giderken Pınar ''Durunnnn!!'' diye bir nara attı. Biz şaşkın şaşkın bakarken suya eğildi, o an suda siyah bir şey görmüştüm ki bir baktım o bir semenderdi. Pınar eline şeker tutuşturulan çocuklar kadar şendi. İlk kez mağarada bu kadar tatlı bir şeyle karşılaşıyordum ben de. Hepimiz şenlendik, daha bir neşe ile ilerlemeye koyulduk elde semender. Islanmasın diye fotoğraf makinesini getirmediğimizden sulu kolun bittiği noktaya kadar semender bize eşlik etti. Tam bu noktaya geldiğimizde Ramo'nun bizi beklediğini gördük. Sonra fotoğrafını çekip vedalaştık minik, sevimli dostumuzla. Tam o esnada amphipod gören Pınar'ın gözü döndü, heyecan oldu ama amphipodları yakalamayı başaramadı. ''Yokluğun gözü kör olsun, ne olurdu sanki plankton kepçemiz olsaydı.'' diyip okkalı bir küfür savurduk. Gece 00:00 sularında mağaradan çıktık. Ramo'nun da yardımlarıyla ateş yakıldı, Mehmet'in tavuk projesi hayata geçirildi. (ayrıntılar için bknz: Bümak,Bumad list) Köfteler olsun tavuk olsun, domatesler olsun biberler olsun her bir şey afiyetle midelere indirildi. Yemeğin ardından Mehmet ''Turkey'' kelimesinin kökenine inip bir etimolog edasında açıklamalar yaptı, entellektüel sohbet değişen dünya düzeniyle devam edip evrim temasını aldı. Bu esnada sanatçı geçinen Başak çadırının yolunu tuttu ve arkadaşları tarafından kınandı. Saat üçü geçtiğinden bir süre sonra ben de uyumaya karar verdim. Bir süre sonra da Maxi çadırının yolunu tuttu, Mehmet'le Pınar'sa dışarda yatmaya karar verdi.

Ertesi gün 07:30 sularında kalkan ben çadırıma kadar her şeyi toplayıp arkadaşlarımı uyandırmaya çalıştım. Mehmet'le Pınar hemen uyanırken Maxi ile Başak uzunca bir süre çağrıma kulak asmadılar. Uyanınca yaptıkları ağırlıklı şey ise yellenmek oldu. Bu hareketleri tarafımdan kınanıp ''Ne biçim çiftsiniz len siz.'' dediğimde ise aldığım cevap şu oldu: ''Asıl sen ne biçim Sencer karısısın!!'' Çaresizce sustum. Derken kahvaltımızı yapıp 10.30 sularında köye ulaşmayı başardık. Ramo ile beraber Kurudere Mağarası'nın yolunu tuttuk. Yolda yılan ve kaplumbağa gördük, mutlu olduk. 12:00 sularında mağaraya girdik. Kızlar ve erkekler olarak ayrıldık: Mehmet-Maxi-Ramo ölçüm alma işini üstlendi, biz de fotoğraf çekip örnek toplama işini. Mağarada oldukça fazla sayıda minik kırkayaklar vardı. Nutella kabına konulan örümceklere sevgiyle bakıp Nutella'dan sponsorluk mu alsak acaba geyiklerine devam ettik. En tiksinç kısım yine guao örneği almak oldu ve bu sefer de Mike Rowe gelsin dirty job görsün geyiğimizi yaptık. 15:00 sularında biz, 15:30 gibi de ölçüm ekibi mağaradan çıktık. Dönüş trafiğini de hesaba katıp İstanbul'a harekete geçmeye karar verdik. Yolda mola verip bir güzel iskenderleri, pideleri, salataları midelere indirdik. Üzerine çaylarımızı içip mutlu mesut İstanbul'a ulaştık. Mehmet'in evlere servis eylemi hizmette gelinen son noktaydı. Gece 00:25 sularında da Pınar'ı b.kları ve örümcekleriyle Ankara'ya uğurladık.

Dört dörtlük bir gezi daha sonlandı... Daha nicelerine hep beraber...


Havva"

24 Temmuz 2009 Cuma

17-18 Temmuz, Sivriler ve Balkaya

Katılanlar:
Ahmet Şener, Aydın Menderes, Atilla Evrim Gücün, Yaman Özakın
Fotoğraflar: Evrim ve Yaman

17 Temmuz sabahı kulüpte buluştuk. Hızlı bir hazırlanma faslından sonra "bi çay" içtikten sonra yola koyulduk. Kulüpte alkol ve örnekleme kabı olmadığı için sadece ölçüm yapmaya karar verdik. Ölçüm yapılması gereken mağaralar Balkaya'daki Uzuntarla ve Sivriler'deki Bezirgan mağaralarıydı. İki günde iki mağaranın haritasını haydi haydi çizerdik, bir şeyler daha yapmaya fırsatımız olacaktı muhtemelen. Henüz daha ne yapabileceğimizi keşfedememiştik sadece. İlk hedefimiz Balkaya Köyü'ydü. Yanımıza harita almayı beceremediğimiz için Ahmet'in hafızasından yararlanarak en kısa yoldan Balkaya'ya ulaştık. Köye girişten hemen önce "acaba kendimiz bulabilir miyiz mağarayı?" diye bir tereddüte girip GPS'in gösterdiği yönde bir ara yola saptık. Arabanın altını bırakayazmışken bu işin böyle olmayacağına kanaat getirip köye dönmeye karar verdik. Kahveye oturup Ramo'nun adını anmamızdan on dakika sonra Ramo yanımızda beliriverdi. Demin girdiğimiz yolun tam aksi istikametine dönüp bayağı bi gittikten sonra arabayı bırakıp Uzuntarla mağarasına yürüdük. Mağara ağzında sırasıyla şu acı gerçeklerle karşılaştık:

1 - Dört kaskımız vardı, Ramo dahil beş kişiydik.
2 - Dört kasktan sadece üçünün ışığı yanıyordu.
3 - Yanımızda kağıt kalem yoktu.

İlk iki sorunu "standart dışı" yöntemlerle hallettikten sonra üçüncü sorunumuzu ölçüm değerlerini cep telefonuna kaydederek çözdük ve mağaraya girdik. Mağarada geçen gelişimize göre benim hatırladığımdan daha fazla yarasa vardı. Büyükçe bir koloni gördüm ve hemen fotoğraf makinama davrandım. Ben çekene kadar baya bir kısmı havalandı ama buna rağmen sayılarının oldukça fazla olduğunu görebilirsiniz.


Mağaranın sonundaki darala Aydın ve Evrim'le girdik. Aydın en sondaki daralları zorlarken ben de bir kaç fotoğraf çektim ve Evrim'le ölçüm ala ala mağaradan çıktık. Mağara ağzında bizi bekleyen Ramo, Aydın ve Ahmet bize yerdeki bir şeyi göstermeye çalıştılar. Önce göremedim ama daha sonra iki metre ötemizde bekleyen kamuflaj harikası engerek yılanına şaşkınlık içinde bakakaldım. "Bundan büyüğünü göremezsiniz" dedi Ramo. Hamile olduğu ya da yeni bir şeyler yediği için oldukça yavaş hareket eden engereğe cesaret edebildiğim kadar yaklaştım ve fotoğrafını çektim. Sonra da köye dönüş yoluna koyulduk.


Ramo köyün yakınında bulduğu başka bir mağaradan bahsetti bize. Köyde "bi çay" içip ölçümleri temize geçtikten sonra o mağaraya bakmaya gittik. Dere yatağının üzerinde yerdeki küçük bir ağızdan girilen mağara da yaklaşık 60 metre uzunluğunda çıktı. Onun ölçümünü de aldık ve Ramo'yu köye bıraktık. Bundan sonra ne yapacağımızı düşünürken aklımızın gerisinde bekleyen fikir sonunda ağzımıdan çıktı: "Dupnisa'da suyun girdiği yeri kazsak ya!"

Bilmeyenler olabilir, Dupnisa Mağarası'nın ağzından çıkan yer altı suyu vadinin ilerilerinde en az bir noktadan beslenmekte. Muhtemelen daha fazla yerden de batan sular var; Dupnisa'dan o kadar su çıkarken burası kuru olduğuna göre de başka yerlerden de besleniyor olmalı ama bildiğimiz tek toprak düden burası. Bu düdene aslında "odun düden" demek daha doğru olabilir. Suyun battığı noktada yığılan irili ufaklı ağaçlar ve odun parçaları mağaranın girişini tıkamış. Odunların üzerinde yürürken sallandığını hissedebiliyorsunuz. Sulu mevsimde gittiğinizde de burada bir göl oluşmuyor. Bu da aşağıda bir toprak düden değil, sadece dalların tıkadığı bir giriş olduğu fikrini veriyordu bize.

Uzun süredir buradaki odunları kaldırıp Dupnisa'ya farklı bir yerden girmek fikri aklımızdaydı. Sonunda bu düşüncemizi gerçekleştirebileceğimizi fark edip son hızla Sarpdere'ye doğru yola koyulduk.

Dupnisa'nın ağzına vardığımızda başka bir ekibin de orada kamp yapmakta olduğunu gördük, aramızda şöyle bir konuşma geçti:
- Merhaba biz üniversiteden geliyoruz.
- Biz de üniversiteden geliyoruz.
- Biz farelere bakıyoruz, siz?
- Biz yarasa.
- Oldu o zaman. Size iyi akşamlar.

Sabah kalktığımızda Dupnisa'nın ağzına yapılan diğerlerinden de büyük betonarme yapıyı gördük ve içimiz cız etti. Yeni bir kafeteryaymış. İl özel idaresi ihaleye vermiş ve özel bir şirket de kazanmış. Oldukça gereksiz ve mağara ağzının tabiatını bozan bir başka yapı daha. Ülkemizin en güzel doğasına sahip yerlerden biri olan Dupnisa'ya insanların betondan bir kutuda çay içmeye gelmediğini anlatmak lazım bu işlerden sorumlu insanlara.

Biz mağara ağzına doğru yol alırken bir adet otopark görevlisi gelip araçlardan para toplamaya başladı. Bu uygulama da o gün ilkmiş. İçimiz kalkarak oradan uzaklaşıp suyun battığı yere doğru yola koyulduk. Fareci arkadaşlar da ne yaptığımızı merak ettiklerinden bizimle geldiler. Yanımızda ne eldiven ne de kazı aleti olduğu için odunların arasındaki toprakları elimizle kazmaya başladık. Fareci (kemirgenci mi demek lazım yoksa?) arkadaşlar kampa dönmeden önce bize acıyıp bir adet çapa ve bir çift eldiven verdiler.










Yaklaşık bir saat süren uğraşlarımızın sonunda, doğru yeri kazmamız sayesinde, açılan delikten yüzümüze çarpan hava akımı hepimizi sevince boğdu. Deliği en ufağımız olan Aydın'ın girebileceği kadar genişlettik. Aydın girdikten bir süre sonra biz de heyecanla ona katıldık. Dupnisa'ya bağlanacağını umduğumuz darallarda (yer yer 27 santim yüksekliğinde, yarım metre genişliğinde) heyecanla sürünürken önden giden Aydın ve Ahmet bize acı haberi getirdi, malesef ileride mağara geçilemeyecek kadar daralıyordu. Ulaşılabilen son kısma biz de bakıp ölçerek döndük ve öğleden sonra mağaradan çıktık.



Tam Bezirgan'a gitmeden Demirköy'de yemek yemeyi düşünüyorduk ki Ahmet o akşam otobüsünün kalktığını söyledi. Biz de yemeği sandöviçlerle geçiştirip Bezirgan Mağarası'na girmek üzere Sivriler Köyü'ne doğru yola koyulduk. Bize mağarayı gösterecek insan olan Mehmet Abi'yi ne kahve de ne de evinde bulabildik. Daha önce mağaraya gitmiş olmama güvenip mağarayı kendi başımıza bulabileceğimizi düşünüp yola koyulduk. Emrah olsa hayrete düşerdi ama yolu tek denemede buldum. Yol üzerindeki derenin suyunun da az olması sayesinde mağaraya oldukça yaklaşabildik. Biz Ahmet'le ölçüm alırken Aydın'la Evrim de yol üzerinde, geçen gelişimizde gözüme çarpan deliğe baktılar.

Bezirgan'ın ağzındaki çatlakta geçen sefer saklanmış yarasaları bu sefer bulamadık. Ancak biz içerideyken yan taraftaki delikten bir kaç yarasa çıkmış. Ahmet'le hızlı bir ölçüm alıp arabaya döndük. Aydın'ların girdiği mağara ise bitmemiş. 5-6 metrelik bir inişle karşılaştıkları için geri dönmek zorunda kalmışlar. Bizim de zamanımız kalmadığı için onun araştırmasını ve ölçümünü başka zamana bırakmak zorunda kaldık.

Son hız dönmeye çalıştığımız yol ağır bir trafikle tıkandığı için kâh E-5'ten kâh TEM'den giderek gece yarısı İstanbul'a vardık. Ahmet'le vedalaştıktan sonra evlerimize dağıldık.

Raporu yazan:
Yaman

21 Mayıs 2009 Perşembe

Bu sefer Ankara Mağara Araştırma Birimi'nden (ANÜMAB) Özge Tutar arkadaşımız yazdı:

3 gün geçti ve ben gene İstanbul’dayım. ( hep şu cümleyi kurmak istemişimdir de :P )Bu defa Ankara’dan gelen biyolog arkadaşlardan bir ben geldim. Diğerleri ilk-yardım öğrenecekler, bu defalık geziye katılamıyorlar. Boğaziçi Üniversitesi’ne vardığımda, beni Hazal karşıladı. Ardından Yaman geldi. Bu defa biraz azız, 5 kişi gidiyoruz geziye. Emrah yeni uyanmış; Zirveyi de alıp gelene kadar, biz eşyaları hazırlayıp, alışveriş yapıp, kahvaltımızı bile yaptık. Bu defa gezi 4 gün sürecek planda 11 mağara var. Ama planda...

İlk başta Sivriler köyüne gidip Maden Mağarası’nı aradık ancak uzun uğraşlarımıza rağmen bulamadık. Zaman darlığından dolayı aramayı bıraktık ve Mehmet Abi’nin eşliğinde Sivriler köyündeki Mermer Mağarası'na gittik. Emrah ve Zirve yarasalara bakarken Hazal ve ben omurgasız örneklerini topladık. Bu arada Yaman 5-6 metrelik bir dikeye hat kurup baktı ama çok ilerlemediğini söyledi.

Yaman'ın notu: bu indiğim yerde mağaranın içindeki havanın durgun olması nedeniyle oksijen oranı azdı. İnip bi süre geçmesine rağmen nefes alma hızım azalmayınca aceleyle çıktım. Bu olay mağaralar hakkındaki sorulara verdiğimiz bütün soruların yanlış olduğunu düşünmeye itti.

Hava var mı? yok.

Böcek var mı? Biyologlarla gire gire her mağarada yüzlerce böcek-örümcek olduğunu da öğrendik.

Ayı var mı? MAD'lı arkadaşların hikayelerinden biliyoruz ki o da var.

Acaba bize buralara girmemiz için para falan da veriyolar da bizim mi haberimiz yok?

Ardından gene mağaranın devamı olan bir kola Emrah ile birlikte girdiler. Bu kol biraz genişçe ve yarasaların çoğunlukla bulunduğu kolmuş. Birkaç tane fotoğraf da çekmişler. Mağara omurgasız çeşitliliği bakımından ortalama bir mağara denilebilir. Yarasalarsa tepemden uçuşanları ve Emrah'ın yorumlarına göre fena değil. Mağaradan çıktığımızda hava kararmak üzereydi, bu yüzden o günlük işimizi bitirdik ve köye uğrayıp, kahvedeki amcalarla sohbet ettikten sonra, kendimize güzel bir kamp alanı bulup günü sonlandırdık. İkinci gün, yine Sivriler'deki Bezirgan ve Kızlar Mağara'larına girmek üzere yola çıktık. Burada da bize Mehmet Abi yardımcı olacaktı.

Önce köye gidip Mehmet Abi’yi aldık ve Bezirgan Mağarası’na gittik. Bu mağara, yola 15-20 dakika uzaklıkta, güzel bir yürüyüş yolu olan bir mağara. Ancak girişi biraz tehlikeli çünkü defineciler bir şeyler bulacaklarını düşünüp yaptıkları merdiven kırılmak üzere. Bizim için merdiven mağara tehlikelerinden biri olup çıktı. Bu mağara, girişi eğimli ve bir kaç kola ayrılmış, bir iki daralı olan küçük bir mağara. İçeride ilginç bir şekilde 5 metre çapında baloncuklardan oluşan, kırmızı renkli nispeten sert kayaçların içinde salonlar vardı. Bulduğumuz bir kristal parçası da kalsit olamayacak kadar sertti, belki kuvarsdı. Bu da bizi buranın oluşumu konusunda meraklandırdı. Ancak bu mağarada dikkatimi çeken guanoların üzerinde hiç görmediğim kadar halkalı solucan olmasıydı.

Mehmet Abi'yi de çok bekletmeden işimizi bitirip bu mağaradan da örneklerimizi topladık, Emrah sayımlarını yaptı, Yaman sanatsal fotoğraflarını çekti ve dönüş yoluna geçtik. Tam eşyalarımızı toplamış mağara ağzından ayrılacaktık ki Emrah ufacık bir kovukta saklanmış bir yarasa kolonisi keşfetti. Bu kadar çok sayıda yarasanın (15-20 kadar vardı) böyle bir yere saklanmasına ve de Emrah'ın bunları orada bulmasına hayret ettik.

Öğle vakti de geldiğinden, gariban mağaracılar olarak ‘ne yesek ki şimdi’ diye düşünürken Mehmet Abi bize büyüklüğünü gösterdi ve evine öğle yemeğine davet etti. Yasemin Abla’nın güzel yemeklerini yedik, kızları Selin ve Hatice ile tanışıp, evin ufaklığı sevimlilik abidesi Serhat’la oyunlar oynadıktan sonra Mehmet Abi ve güzel ailesine veda edip Kızlar Mağarası’nın yoluna düştük.

Kızlar Mağarası daha önce gittiğimiz Dupnisa Mağarası’na yakın bir yerde (Kız Mağarası'yla karıştırılmaya!). Bu yüzden daha kolay ulaştık ama bu defa da ormanlık alan olduğu için mağaranın girişini bulmakta zorlandık. Nihayet Yaman girişi buldu ve herkes işinin başına koyuldu. Bu mağaranın girişi oldukça geniş, büyük bir galerisi ve birkaç odası var. Döküntü kayalar da olduğu için mağara küçük olmasına rağmen omurgasız aranacak yüzey artıyor. Ayrıca bir de 2-3 metrelik bir inişi olan oda var ama ne yazık ki ben oraya inemedim. Yaman'ın dediğine göre oda göründüğü kadarmış, ilerlemiyor yani. Mağaranın girişi geniş demiştim. Geniş olması giriş kısmından içlere doğru karayosunu ve liken yayılmasına neden olmuş. Bunlardan da örnekler toplayıp, mağaradan ayrıldık. Böyle ormanlık alanlarda insan nereye bakacağını şaşırıyor örnekleri ayırıp tespit ederken üzerimizden binlerce leylekten oluşan bir kuş sürüsü geçti. Arazide çalışmanın güzel yanlarından biri de bu olsa gerek.

Üçüncü günün sabahı Sergen'de Mehmet, Aslı ve Sencer'le buluştuk. Yanımıza da bir rehber alıp yollara koyulduk. Bizden önce bir mağara ekibi daha gitmiş, bize mağarayı gösterecek korucu da onlarla birlikteymiş. Bir ümit kim olduğunu anlayamadığımız bu ekibi yakalar da mağaraya beraber ulaşırız demiştik ama farklı bir mağara bulduk. Su çıkan diye kaydettiğimiz mağaranın girişinden tahmin edeceğiniz üzere su çıkıyordu ve oldukça da dar bir ağzı vardı bu yüzden (sazan olduğu için) önden Yaman girdi. İçeride böcek olduğunu söyleyince ardından ben de girdim ama pek ilerleyemedim. Gidebildiğim yere kadarki örnekleri alıp çıktım. Mehmet iki metre ötede bir giriş daha buldu, bu defa da oradan girdik. Burası kuru olan koldu ve gene sürünerek ilerlenebilecek bir daral şeklinde ilerliyordu. Buradan da beklemediğim kadar örnek bulduk ve ilerleyemediğimiz bir noktaya gelene kadar gittik ve Yaman'ı çağırdık (neden? çünkü yine sularda ıslanarak sürünmek gerekiyordu). Gitmediğini söyledi ve geri dönüşe geçtik. Çıkışta biraz dinlendikten sonra daha fazla zamanımız olmadığından aramayı bitirdik ve arabalara doğru yola koyulduk.

Arabalara varınca yemek vakti de geldiğinden Havva'nın gönderdiği müthiş yaprak sarmalarını afiyetle yedik ve Ocak ile Bağlar mağaralarına girmek üzere yola çıktık. Bu mağaralar birbirine oldukça yakın ve bir taş ocağının arazisinde bulunuyorlar. Ne yazık ki benim hastalığım cereyan ettiğinden bu iki mağaraya girmedim ve Zirve ile birlikte arabada ekibin mağaradan gelmesini bekledim. Bu arada Armağan (Yağmur'un yeni adı), Emek ve Kayhan geldiler ve mağaraya doğru yola koyuldular. Anlattıklarına göre büyük bir yarasa kolonisinin (2500 kadar üyesi olan) bulunduğu mağarada yan yana barınan türlerin çeşitliliğine hayret etmişler. Onlar örnek toplayıp fotoğraf çekmekle meşgulken bizim de müzik dinlemek, sohbet etmek, kitap okumak gibi eylemlerle geçirdiğimiz birkaç saatin ardından ekip geldi ve örnekleri ayırıp tespit ettikten sonra kamp kurmak için tekrar yollara düştük. Yenesu Mağarası’nın yakınına kamp attık ve bir güzel yemeklerimizi yedik, sohbet ettik ve nihayet yeni bir güne hazır olmak için erkenden uykuya daldık. Her zamanki gibi en erken ben kalktım ve her zamanki gibi ateş başında uyuyan Yaman sabaha benim "çakmak var mı" sözümle merhaba dedi. Ardından insanları çadır tırmalamak olsun, kırk defa adlarını söylemek olsun, bizzat gidip kaldırmak olsun çeşitli kanser edici yöntemler kullanarak uyandırmayı başardım ve hep birlikte Hazal ile birkaç kişinin ortak çalışması olan omletimizi yiyip Bostantarla Mağarası’nın yollarına düştük. Gene Sergen’den bir rehber eşlik etti bize ve yolun kenarındaki mağaraya ulaştık. Bu mağara genelde dar ilerleyen ancak bir kaç yerinde sürünme gerektiren gayet de eğlenceli bir mağaraydı. Ayrıca canlı çeşitliliği açısından da dikkat çekici bir yoğunluğa sahipti. Bu mağaradan da gerekli örneklemeleri yapıp ayrıldık.

Ceneviz Mağarası’nın yollarına düştük. İşte beni en çok heyecanlandıran mağara buydu. Bizde “mağaranın en güzel yeri çıkışıdır” diye bir laf vardır ama bu mağaranın her yeri güzeldi. Bir kere yolu bir harika; bir ormanın içinden yürüyerek gidiliyor; her yer yemyeşil, güzel kokulu çiçeklerle dolu. Ayrıca gezmesi çok zevkli, sulu, 2 katlı ve bazı yerlerinde tırmanma gerektiren acayip eğlenceli bir mağara. Canlı çeşitliliği de cabası. Özellikle sucul faunası araştırılması gereken bir mağara çünkü şimdiye kadar girdiğim mağaralarda hiç görmediğim sucul böceklere rastladım. Eminim önceden görüp teşhis eden olmuştur ama benim için heyecan verici ve bir yandan da üzücüydü çünkü yanımda plankton kepçem yoktu. Bu mağaranın güzel yanlarından biri de giriş ve çıkışın farklı yerlerden yapılabilmesi. Çıkışta buluşup tekrar yollara düştük, gene güzelim güneş, ağaçlar, kuşlar, çiçekler... İnsan bozkırdan gelince bunlara daha mı bir düşkün oluyor bilemedim.

Bizde bir laf daha vardır "Faliyet eve varmadan bitmez" diye. Hakikaten de öyle yol üzerinde bir yerde yemeğimizi yedikten sonra İstanbul’a doğru yola koyulduk. Yarı uykulu yarı sohbeti kaçırmamaya çalışan insanlar olarak tıpış tıpış giderken yolda önümüze bir araba kapısı çıktı ve ciddi sonuçlanacak bir kazadan Emrah'ın son andaki manevrasıyla kurtulmuş olduk. "Aman arkadakilere haber verelim" diye telefona sarıldık ama biz onlara ulaşana kadar onlar da aynı tehlikeyi atlatmışlardı. Arkadaşlar siz siz olun kapınızı öyle yolun ortasında bırakmayın, hadi bıraktınız bir işaret koyun e mi?


22 Nisan 2009 Çarşamba

Kıyıköy

Dikkat: Aşağıdaki yazı mideleri ufak insanları bayabilecek sayıda yemek yeme sahnesi içermektedir.
Sabah erkenden Boğaziçi Üniversitesi'nde buluşup sabah erkenden
gelemeyen arkadaşlarımızı bekledik. Ankara'dan üç biyolog arkadaşımızın da aralarında bulunduğu gezi ekibi saat 10:30 gibi Kıyıköy'e doğru yola çıktı.

Kıyıköy Mağarası'nın ağzını ararken

Kıyıköy Mağarası'nın ağzı

Muhteşem hava koşulları altında keyifli bir yolculuktan sonra zorlu toprak yolları aşarak Kıyıköy Mağarası'na ulaştık. Baharın başlangına yakışır bir havada yemyeşil ormanın içinde derelerden geçerek mağara ağzına ulaştık. Mağaraya ulaşır ulaşmaz ekiplere ayrıldık. Biyolog arkadaşlar böcek ve omurgasız örnekleri toplarken Emrah, bölümdaşı Zirve ve Hazal da yarasalarla ilgilenmeye başladı. Ben de fotoğraf çekmeye koyuldum. Herkesi uzun süre meşgul edecek malzeme vardı. İşimizi bitirdikten sonra Memo ve Çuka mağaranın sonundaki darala kafayı sokmak istedi. Islak sürünme halinde bir müddet ilerlediler ama zamanımız az olduğu için bitiremeden döndüler.


Örnek örümcek

Arabalarımızın yanına dönüp topladığımız örnekleri tasnif ettiğimizde öğle yemeği vakti gelmişti. Az kullanılan orman yolunun ortasına serilip öğle yemeğimizi yedik. Sonra ikinci mağaramıza doğru yola koyulduk. Hedefimiz Balkaya Köy'ü yakınlarındaki Yenesu Mağarası'ydı.

Acelemiz olmasına rağmen köye uğramadan mağaraya gitmemiz ayıp olurdu. Köye uğrayıp Emrah'ın eski tanıdıklarıyla oturup çay içtik. Bunlardan Ramo ve Vacit adında köyün delikanlıılarııydıı. Onları da yanımıza alarak, hava kararmadan Yenesu Mağarası'na girdik. Oldukça sulu ve uzun olan mağaranın sonuna kadar hep beraber yürüdük.


Topladığı örnekleri taşınmaya hazır hale getiren Pınar

Bir ara bir yan-kola bakıp çıkmak için gözden kaybolan Hazal'ın geç gelmesi s
onucu geçici bir heyecan yaşadık. Sonunda Hazal geldiği zaman gittiği kolun çok uzun olduğundan ve sonunda bir sürü yarasa olduğundan bahsetti. Memo ve Emrah bu yarasalara bakmak için yan kola girerken biz de bir şeyler atıştırmaya karar verdik.

Mola sırasında çekilmiş bir fotoğraf

Sonunda Emrah ve Memo geldiğinde bize içerideki 300 kadar yarasanın haberini getirdiler. O kadar ıslandıktan sonra uzun süre beklemek ekip üyelerini üşütmüştü. Ekibin büyük kısmı çıkışa geçti. Kalanlar ise cefakar bir şekilde fotoğraf çekimlerine yardımcı oldu. Saat 20:00 civarı biz de mağaradan çıktık ve yakındaki kampımızın davetkar ateşine doğru güveler gibi üşüştük. Ramo ve Vacit'in hazırladığı kızartma ziyafeti sayesinde üzerimizde yorgunluktan eser kalmadı. Biraz daha ateş başında muhabbet ettikten sonra Memo'yla "bu havada çadırda uyunmaz" diyerek tulumlarımızı ateş başına serdik ve sadece bir ara kampa yaklaşan çakal ulumalarının böldüğü derin uykumuza daldık.

Sabah kalkıp kamp yerinin güzelliğini bir kere daha takdir ettikten sonra köye doğru yola koyulduk. Bugün de Ramo ve Vacit bize mağaraların yerini gösterecekti. Köy'ün yeni Muhtar'ı ile kısa bir sohbetten sonra yola koyulduk.

Mağara ağzındaki engerek

Ramo bizi yeni yağmış yağmurların bozduğu yollardan geçirerek Pestil Mağarası'na götürdü. Kısa ve keçi pislikleriyle bezeli bu mağaranın ağzında gördüğümüz zehirli engerek bize heyecanlı anlar yaşattı. Mağğara çok büyük olmadığı için buradaki işimiz kısa sürede bitti ve Çuka'nın mağara ağzında yaktığı ateşte kızarttığımız sucuklarla karnımızı doyurduk.

Günün ikinci mağarası ise Uzuntarla idi. Yol kenarından on beş dakikalık mesafede olan mağarada 300 bireylik bir nalburunlu kolonisi yaşamaktaydı. Sık rastlanmayan bir tür olduğunu anladığımız yarasaları incelerken heyecanlanan Emra
h'ın ruh hali hepimize bulaştı. Mağaranın dört bir tarafına dağılıp artık olağanlaşan iş bölümümüzün gereklerini seri bir şekilde yerine getirdik. Biz girerken uyanan yarasalar çıkışta dar galerilerde içeri doğru kaçmaya çalışıyordu. Her ne kadar ekolokasyon yetenekleri muhteşem olan hayvanlar olsalar da arada bir iki tokat yedik kendilerinden.

Akşam olmasına doğru arabalarımıza doluşup İstanbul yolunu tuttuk. Tabii ki yolda bir köfteciye uğrayıp et stoklarını eritmelerine yardımcı olmadan olmadı bu. Okula dönüp malzemeleri paylaşıp gelecek haftasonu buluşmak üzere vedalaştık ve evlerimize dağıldık.






6 Nisan 2009 Pazartesi

Demir Amca, Balkaya ve Geçen Yıllar


İdolüm Demir Amca (Uncle Iron)

Yıllar önce bu yarasa işlerine ilk başladığım zamanlarda (o zamanlar bir lisans öğrencisi olarak yarasa projelerinin arazi çalışmalarına yardımcı olurdum) Arpat Amca (şimdi kendisi Büyük Biritanya'da meşhur bir bilim insanıdır) ile Trakya Bölgesi'nin altına üstüne getirmiştik. Bölgedeki hemen hemen her köye uğrayıp mağara aramış ve yöre halkıyla ahbap olmuştuk. Yine böyle gezilerden birinde Demir Amca'yla tanışmıştık. O zamanlar Buzbaş Amca (şimdi kendisi Amerika'da ne yapıyor tam olarak bilmiyorum, belki de doktor olmuştur) gezdiğimiz köylerde yöre halkına memeli hayvanların resimlerini gösterip, hayvanların bölgede varlığını soruyor ve biyoçeşitlilik üzerine bir çalışma yapıyordu. Hemen hemen herkes su samuruna ısrarla kunduz diyordu resmi görünce. Ama bir köyde beyaz saçlı, mavi gözlü bir amca, bütün köy "var, var; kunduz var bizim derede" derken, o birimizin koluna dokunup "su samuru" demişti sessizce. Sessizce, çünkü Demir Amca'nın ses tellerinden bir rahatsızlığı vardı ve boğazında bir delik vardı. Sonrasında Demir Amca bizi köydeki mağaralara götürmüş sessiz sessiz doğadan bahsetmişti. Cebinden çıkardığı küçük el feneri ile bizimle beraber mağaralar girmişti. Hatta bir mağarada önden giderek yolu göstermişti. Sonra bir daralın başında durup "Bundan sonra mağara ikiye ayrılır: sağdaki kol, delikten geçince göllerle gider ve çok devam etmeden biter; soldaki kol ise dar bir şekilde biraz devam eder, o da sonunda sifon ile biter. Siz bakın ben burada bekliyorum." demişti. Yıllardır "bu mağaranın sonu yok", "buradan girersin Karadeniz'den çıkarsın"gibi laflara alışmış olan bünyelerimiz bir miktar şaşkınlık yaşamıştı. Kendisi o gün bugündür benim idolümdür. Büyüyünce ben de köyüme dönüp Demir Amca olacağım. Neyse efendim sekiz yıl sonra yolumuz tekrar Kızılağaç Köyü'ne düştü. Ben yolda Hazal, Emek ve Emrah'a (ben değil Ankaralı olan) Demir Amca'dan bahsetmeye başlamıştım bile. Köye girdik , kahveye doğru yaklaşmaya başladık ve bir baktım Demir Amca (tam olarak böyle olmadı aslında; "aaa Demir Amca mı o?", "boynunu göremedim" ve son olarak "o işte" diye gelişen bir süreçti). Kısa bir hasret giderme sürecinden sonra kısaca projeden bahsettik, yeni muhtara hayırlı olsuna gittik ve sonrasında da Demir Amca bizi tıpkı yıllar önce olduğu gibi mağaralara götürdü. Önce Kızılağaç Mağarası'na sonra da Kovantaşı Mağara'sına gittik. İki mağaranın da aktif kısımlarında bol bol su vardı ve iki mağaranın da daralları bir miktar kilo aldığımı hatırlattı. Yarasaları sayıp, omurgasızları topladık. Çıktığımızda Demir Amca Hazal'a sarı çiçekler toplamıştı. Ben bunu idolümün idollüğüne yakışır bir hareket olarak yorumlarken, kötü kalpli Emek Hazal'ın mağaraya girmeden önce "ben bir çiçek toplayayım" (BÜMAK jargonunda tuvalete gitmek demektir) demesine rağmen elleri boş olarak geri gelmesine ve Demir Amca'nın da kızcağız bulamadı heralde diye düşünmesine bağlamıştı. Evet Emek kötü kalpli, pesimist ve kütük yakmaktan anlamayan bir insandı. Mağaralardan sonra tekrar köye dönüp birer çay daha içip yakın zamanda tekrar görüşmek üzere vedalaştık.


Solda T-box çizmeleriyle Emek; sağda sarı çizmeli sarı çiçekli mutlu Hazal, Demir Amca ve Ben

Cumartesi akşamı kamp kurmak için yakındaki Balkaya Köyü'ne gitmeyi önermiştim. Zira bu köyde de samimi olduğumuz köylüler vardı ve onları da uzun zamandır görmemiştim. Akşam üzeri Balkaya'ya vardık ama kahvede hiç tanıdık yoktu. Hemen Hayati Abi'yi aradım ve beş dakika sonra yanımızdaydı. Zamanında Hayati Abi ve Kemal Abi bizi bu bölgede en çok gezdiren, bize en iyi bakan ve bizi en çok güldüren insanlar olmuşlardı. Haliyle uzun bir muhabbet başladı. Çaylardı, sigaralardı derken hava kararmadan az önce kamp kuracağımız derenin yanına vardık. Ertesi sabah için Kemal Abi'nin oğlu Vacit ve eski dostumuz Ramo (Ramazan) ile sözleşmiştik. Uzun bir uykunun ardından köyün yakınındaki mağaraya doğru yola çıktık. Yanımızdaki fazla kasklar ile Ramo ve Vacit'i de yanımızda mağaraya soktuk. Yer yer sürünerek yer yer oluşumların güzelliğinden dibimiz düşerek mağaranın teorik sonuna kadar ilerledik. Eski kayıtlarına göre mağara 300 metre civarındaydı ve ben de daha önce mağaranın bu teorik sonuna kadar gelmiştim. Ancak bu sefer mağaranın sonundaki oluşumların kırıldığını fark ettim. Hazal en zayıfımız olarak aradan süzüldü ve mağaranın devam ettiğini söyledi. Mağara şimdiye kadar geldiğimizden farklı bir şekilde ve nispeten daha kolay ilerlenebilecek bir şekilde devam ediyordu. Daha sonra bir köşeyi dönünce mağaranın süprizi olan yaklaşık 100 bireylik büyük nalburunlu kolonisi bizi bekliyordu. Onlarla beraber mağaranın derinliklerine doğru ilerlemeye başladık. Ancak hayvanları daha fazla rahatsız etmemek için galerinin iyice daraldığı yerden geri dönmeye karar verdik. Nasıl olsa yazın tekrar gelecektik. Ramo ve Vacit hem mağaradan hem de Hazal'ın cesaretinden etkilenmiş olarak mağaradan çıktılar. Onları köyün fahri mağara korucuları ilan ettik. Bakalım ne kadar etkili olacak! Aslında Balkaya'da geçen muhabbetler buraya yazmakla bitmez. Maalesef kısa kesiyorum. Balkaya'dan sonra Hamidiye köyüne geçtik. İlk mağaradaki keşiften ötürü saat geç olmuştu. Kahvede muhtarla tanışıp yakındaki mağaraya doğru yola çıktık. Mağaranın giriş kısmı kışın hayvanlara bakmak için kullanıyor ve yaklaşık 80 metrelik kısa bir mağara. İçeride birkaç yarasa vardı ve birkaç da örümcek. Kısa süren bu mağara girişinden sonra Kıyıköy üzerinden İstanbul'a geri döndük. Bu gezi bana mağaralar ve yarasaların yanısıra yıllar sonra gördüğüm tanıdıklardın da etkisiyle çok tatlı geldi. Hatta biraz da bitter çukulata gibiydi. Yıllar geçiyor nitekim.


Solda rezevuar köpekleriymiş gibi yaparken, sağda Vacit, ben ve Ramo, Ramo'nun ben fotoğraflarda mı tipsiz çıkıyorum yoksa normalde mi tipsizim diye sormasını çözmeye çalışırken.

2 Nisan 2009 Perşembe

Beyaz Burun İlleti


Beyaz Burun senduromuna yakalanmış bir büyük fare kulaklı yarasa.

Geçen hafta sonu Kırklareli’de bir mağarada karşılaştığımız durumu sizlerle paylaşmak istiyoruz. Yıldız Dağları’ndaki önemli mağara habitatlarının belirlenip koruma altına alınmasını hedefleyen çalışma kapsamında hafta sonu Bulgaristan sınırına yakın bölgede bir mağaraya girdik. Bu mağarada rastladığımız bir büyük farekulaklı yarasa “beyaz burun sendromuna” (white nose syndrome) yakalanmıştı. Bu hastalığın sebebi tam olarak bilinmiyor. Bu hastalığa 2006 senesinde Amerika’daki birçok yarasa popülâsyonunda rastlanmış ve bu popülâsyonların büyüklüklerinde bir sene içerisinde %80 ile %100 arasında düşüşler kaydedilmiş. Hayvanın burnundaki mantar mı ölümlere sebep oluyor, yoksa hayvan başka bir hastalıktan dolayı zayıf düştüğü için bu mantara rastlanıyor bu henüz bilinmiyor. Arama sitelerine “white nose syndrome” yazarsanız birçok güncel haberle karşılaşacaksınız. Sayfanın altında da birkaç link bulunmaktadır.


Amerika'daki bir mağarada beyaz buruna yakalanmış yarasalar.

Avrupa’da ise 80’lerden bu yana bu mantara ait tek tük gözlemler mevcut. Ancak popülâsyon düşüşlerine ait bir belirti yok. Yine Avrupa yarasa koruma grupları konuya hassaslıkla yaklaşıyor. Ben bu gözlemi onlarla da paylaşacağım.

Bu konuda sizlerden ricam mağaralar arasında en önemli vektörler olan biz mağaracıların gerekli hassasiyeti göstermesi konusunda olacak. Mantarların sporlarla çoğaldıkları düşünülürse, bizim bu sporları mağara giysilerimiz ve çizmelerimizle diğer mağara ortamlarına taşıma ihtimalimiz söz konusu. Bu sebepten ötürü Avrupa ve Amerika’da mağaracıların her mağaradan sonra giydikleri tulum, çizme gibi mağarada kullanılan tüm eşyaların yıkanması konusunda bir karar almışlar. Sanırım böyle bir tehlikeyle karşı karşıya olduğumuz düşünürlerse bizim de bböyle bir uygulamaya geçmemiz gerekmektedir. Aslında bu konu sadece bu hastalıktan dolayı önemli değil; mağara habitatlarındaki diğer mikroorganizmaları da beraberimizden taşımamızdan ötürü birbirinden farklı habitat özelliklerine sahip olan mağaraların ekosistem dengesini bozmamız açısından önemli.

Son olarak bir ricam da girdiğiniz mağaralarda fotoğraftakine benzer enfeksiyon kapmış yarasalar görürseniz mümkünse fotoğrafını çekmeniz ve daha sonra bu fotoğrafı bana mağara bilgileriyle ulaştırmanız. Bu tür vakaların kayıt altına alınması gelecekte yapılabilecek koruma çalışmaları için önemli olacaktır.

Mailim: coramane at gmail nokta com

Konuyla alakalı bazı linkler:

Bat Conservation Trust - http://www.bats.org.uk/pages/white-nose_syndrome.html
Batcon International - http://www.batcon.org/index.php/do-something/stay-informed/white-nose-syndrome/subcategory.html?layout=subcategory
U. S. Fish and WildLife Service - http://www.fws.gov/northeast/pdf/white-nosefaqs.pdf
Northeastern Cave Conservation - http://www.necaveconservancy.org/news.php

27 Mart 2009 Cuma

İğneada


Soldaki fotoğrafta uzman çavuş, İsmail Abi ve Maxi muhabbet ederken; ortada Çuka mağara girişindeki uçuşan yarasaları izliyor; sağda ise İsmail Abi'ye yarasalar hakkında bilgi verirken.

Geçen hafta sonu (21 - 22 Mart 2009) proje kapsamında araştırılacak olan dört mağarada inceleme yapmak üzere İğneada'ya gittik. Ben, Evrim, Utku, Çuka ve Hazal'dan oluşan ekip sabah yedi buçuk gibi okulda buluşup yola koyulduk. Saat 10 gibi de Memo, Aslı, Maxi ve Başak'tan oluşan ikinci grup ile Demirköy kahvesinde buluştuk. Kısa bir çay poğaça molasından sonra Avcılar Köyü'ndeki mağaralara doğru yola çıktık. Mağaralar sınıra yakın olduğu için, önce Avcılar'daki piyade taburuna uğrayıp yetkili mercileri konuyla alakalı bilgilendirdik. Onlar da bizi köyden İsmail Abi'yle tanıştırarak mağaraları bulmamıza yardımcı oldular. Aslında ben bu mağaralara yaklaşık olarak yedi yıl önce gitmiştim, ancak bölge yoğun ormanlık olduğu için ve orman yollarınının birçoğunun kapanmasından ötürü yanımızda bir rehberin olmasının faydalı olacağını düşündük. İsmail Abi ve bir LandRover dolusu asker ile yola koyulduk. Orman yolu bozuk olduğu için biz İğneada üzerinden giderek mağaraların yakınana kadar ulaştık. Askerler ise jiplerinin verdiği avantaj ile kestirme orman yolunu seçtiler. İnceleme yaptığımız ilk mağara Tirpez Mağarası'ydı. Küçük bir mağara olmasına rağmen içeride dört farklı tür yarasa ve birçok mağara omurgasızına rastladık. Özellikle örümceklerin gözümüzün önünde ardı ardına sinek yakalamaları ve daha sonra bunları paket yapmaları çok ilginçti. Bu mağaranın yarasa sayımını, omurgasız örneklemesini ve harita için ölçülmesini bitirdikten sonra ikinci mağaraya doğru yola çıktık. İkinci mağara devam edebilir gibi bir his vardı içimde. Çünkü daha önce bu mağaraya geldiğimizde mağaranın sonunda, içine su giren bir delik vardı ve o zaman bu delikten ileri geçememiştik. Mağaraya vardığımızda girişte uçuşan yüzlerce yarasa bizi karşıladı. Vakit kaybetmeden içeri girdik. İçerisi yarasa doluydu ve bu yarasalar giriş galerisinin sonundaki delikten içeri doğru gidiyorlardı. Memo delikten içeri girdi ve üç dakika sonra mağaranın devam ettiğini ancak iniş için malzeme gerektiğini söylemek üzere geri geldi. Memo, Çuka, Maxi, Evrim ve Utku gerekli malzemeleri alıp mağaraya girdiler. Biz geride kalanlar ise tüm gün boyunca bizi gezdiren İsmail Abi'yi evine bırakmak için Avcılar Köyü'ne doğru yola çıktık. Yolda İsmail Abi'nin tatlı muhabbeti kızları adeta hipnotize etti ve bir saat süren 30 kilometrelik yol boyunca mışıl mışıl uyudular. Gecenin süprizi orman yolunda rastladığımız porsuk kardeş oldu. Mağaradaki ekip ile saat 10 gibi buluşmaya karar vermiştik. Köyden döndüğümüzde Aslı diğer arabadan şokella almaya gittiğinde, arabanın kapısının üzerindeki çamura yazılmış olan "rescu 1" yazısını da görmüş oldu. Anlaşılan mağara devam ediyordu ve bu akşam burada kalacaktık.


Solda beyaz burun sendromlu yarasa, sağda ben iniş yaparken.

Gece bir gibi ekip mağaradan çıktı. Mağarada iki adet iniş varmış ve içeride birçok yarasa görmüşler. Ancak saat geç olduğu için ve örnekleme yapabilmek için ertesi gün mağaraya girmeye karar verdik. Mağaraya yakın bir yerde hemen kampızı kurup sucuklarımızı yedik. Gece üç gibi çadırlarımıza çekildik ve 24 saatten uzun süre boyunca durmayacak olan yağmur yağmaya başladı. Sabah mağaraya örnekleme yapmak ve döşemeyi toplamak üzere Memo ile ben hızlı bir giriş yapmaya karar verdik. Hızlı derken öğleden sonra üç dediğimiz rescue saatinde ancak dışarıdaydık. Gündüz olduğu için yarasalar uyuyordu ve rahat rahat türlerini belirleyip sayımlarını yapabildik. Amatör biyoloğumuz Memo ise keneden, şeffaf örümceklere kadar mağarada ne var ne yok yakaladı. Tek moralimizi bozan durum ise beyaz burun sendromuna yakalanmış bir büyük farekulaklıya rastlamamız oldu. Bu hastalık çok yeni ve Amerika'da ki birçok popülasyon bu hastalıktan ötürü yok oldu (Önümüzdeki günlerde bu hastalıkla alakalı daha detaylı bir yazı yazacağım).


Solda mağara içersindeki örümceklerden biri; ortada Memo, delik ve tombul yanakları; sağda kene.

Çıkışta benim salaklığım yüzünden atlattığımız kazadan sonra (Bir çıkıştan sonra yaklaşık bir metre kenara geçmek gerekiyordu. İlk ben çıkıp ipten çıktım. Ancak ip de benimle beraber kenara geçip kayaya takılmış. Hem ben hem de Memo bunu fark etmeyince, Memo ipe girdiğinde ip takıldığı kayayı koparttı ve kaya Memo'nun yanağına düştü. Benim tahminim bu en azından, olayı tam göremedik. Ancak gerek inişin az olması gerekse de Memo'nun tombul yanaklı biri olmasından ötürü Memo sıyrık bile almadan çıkışına devam etti. Daha dikkatli olmam gerekirdi, sizin de aklınızda bulunsun.) mağarayı toplayıp sağ salim mağaradan dışarı çıktık. Dışarıdakiler kampı toplayıp mağara ağzına gelmişlerdi. Biz de üzerimizi değiştirip İğneada'ya doğru yola çıktık. Saat geç olduğu ve yağmur hala yağmaya devam ettiği için plandaki diğer mağaraları başka bir zaman bırakmaya karar verdik. İğneada'daki kısa turdan sonra yemekten vazgeçip doğrudan dönüşe geçmeye kararlaştırdık. Demirköy'den sonra bastıran tipi de bunun doğru bir karar olduğunu gösterdi. Nitekim Demirköy tarafında çalışan Yaman, Ahmet, İso ve Aydın bizden bir iki saat sonra burada mahsur kalacaklar ve kamyon ile kurtarılacaklardı.


Solda tipinin bastırdığı an; sağda köfteleri mideye indirmeden az önce (Soldan sağa: Maxi, Aslı, Memo, Çuka, ben, Utku, Evrim, Başak, Hazal).

Biz ise o saatlerde otodana girmeden önceki son köyde kilo ile söylediğimiz kasap köfteleri mideye indiriyor olacaktık. Aklıma gelenler bunlar. Unuttuklarım varsa yorum olarak ekleyiveriniz. Buarada bu siteye yönelen ve mağaracı olmayan ama ilgi duyan insanlar www.bumad.org'dan bizimle iletişime geçerek mağaracılağa ilk adımı atabilirler. Haftaya görüşmek üzere.

20 Mart 2009 Cuma

Mağara Habitatları, Yıldız Dağları Biyosfer Projesi ve Dupnisa Mağarası

Dupnisa Mağarası'ndaki kalabalık Miniopterus schreibersii kolonisinin bir kısmı.

Uzun zamandır başvuruydu, toplantıydı, görüşmeydi derken uzak kaldık ama artık devamlı mağaralardayız gibi. Yıldız Dağları'nın biyosfer alanı ilan edilmesi için yürütülen bir AB projesi bizi evlat edindi diyebiliriz (Daha kesinleşmedi gerçi). Bu proje kapsamında biz de bölgedeki mağara habitatlarını inceleyeceğiz. Mağaralarda neler var neler yok araştıracağız. Biz derken Boğaziçi Uluslararası Mağara Araştırma Derneği (BUMAD), Boğaziçi Üniversitesi Mağara Araştırma Kulübü (BÜMAK), Ankara Üniversitesi Mağara Araştırma Birimi (ANÜMAB) ve İstanbul Teknik Üniversitesi Mağara Araştırma Kulübü (İTÜMAK). Bu projenin ilk araştırma gezisini bir iki hafta önce Dupnisa Mağara Sistemine yaptık. Dupnisa Mağara Sistemi Kuru , Kız ve Dupnisa diye bilinen birbirine bağlı üç mağaradan oluşuyor. Aratırma gezisinde sekiz türden toplam 26522 tane yarasa tespit ettik. Bunun yanısıra başta mağara omurgasızları olmak üzere birçok farklı taksondan toplam 184 adet örnek topladık. Bu örneklerin türlerinin belirlenmesine halen devam ediliyor. Gezinin ön raporuna www.bumad.org'tan ulaşabilirsiniz. Yarın sabah da yine bu proje kapsamında İğneada ve civarındaki dört mağaraya gideceğiz. İmkanımız olursa mağaradan bildirmeye çalışırız. Olmadı artık dönünce.










Solda, Hüseyin Kahraman adlı küçük nalburunlu yarasa ve sağda bir örümcek.