21 Mayıs 2009 Perşembe

Bu sefer Ankara Mağara Araştırma Birimi'nden (ANÜMAB) Özge Tutar arkadaşımız yazdı:

3 gün geçti ve ben gene İstanbul’dayım. ( hep şu cümleyi kurmak istemişimdir de :P )Bu defa Ankara’dan gelen biyolog arkadaşlardan bir ben geldim. Diğerleri ilk-yardım öğrenecekler, bu defalık geziye katılamıyorlar. Boğaziçi Üniversitesi’ne vardığımda, beni Hazal karşıladı. Ardından Yaman geldi. Bu defa biraz azız, 5 kişi gidiyoruz geziye. Emrah yeni uyanmış; Zirveyi de alıp gelene kadar, biz eşyaları hazırlayıp, alışveriş yapıp, kahvaltımızı bile yaptık. Bu defa gezi 4 gün sürecek planda 11 mağara var. Ama planda...

İlk başta Sivriler köyüne gidip Maden Mağarası’nı aradık ancak uzun uğraşlarımıza rağmen bulamadık. Zaman darlığından dolayı aramayı bıraktık ve Mehmet Abi’nin eşliğinde Sivriler köyündeki Mermer Mağarası'na gittik. Emrah ve Zirve yarasalara bakarken Hazal ve ben omurgasız örneklerini topladık. Bu arada Yaman 5-6 metrelik bir dikeye hat kurup baktı ama çok ilerlemediğini söyledi.

Yaman'ın notu: bu indiğim yerde mağaranın içindeki havanın durgun olması nedeniyle oksijen oranı azdı. İnip bi süre geçmesine rağmen nefes alma hızım azalmayınca aceleyle çıktım. Bu olay mağaralar hakkındaki sorulara verdiğimiz bütün soruların yanlış olduğunu düşünmeye itti.

Hava var mı? yok.

Böcek var mı? Biyologlarla gire gire her mağarada yüzlerce böcek-örümcek olduğunu da öğrendik.

Ayı var mı? MAD'lı arkadaşların hikayelerinden biliyoruz ki o da var.

Acaba bize buralara girmemiz için para falan da veriyolar da bizim mi haberimiz yok?

Ardından gene mağaranın devamı olan bir kola Emrah ile birlikte girdiler. Bu kol biraz genişçe ve yarasaların çoğunlukla bulunduğu kolmuş. Birkaç tane fotoğraf da çekmişler. Mağara omurgasız çeşitliliği bakımından ortalama bir mağara denilebilir. Yarasalarsa tepemden uçuşanları ve Emrah'ın yorumlarına göre fena değil. Mağaradan çıktığımızda hava kararmak üzereydi, bu yüzden o günlük işimizi bitirdik ve köye uğrayıp, kahvedeki amcalarla sohbet ettikten sonra, kendimize güzel bir kamp alanı bulup günü sonlandırdık. İkinci gün, yine Sivriler'deki Bezirgan ve Kızlar Mağara'larına girmek üzere yola çıktık. Burada da bize Mehmet Abi yardımcı olacaktı.

Önce köye gidip Mehmet Abi’yi aldık ve Bezirgan Mağarası’na gittik. Bu mağara, yola 15-20 dakika uzaklıkta, güzel bir yürüyüş yolu olan bir mağara. Ancak girişi biraz tehlikeli çünkü defineciler bir şeyler bulacaklarını düşünüp yaptıkları merdiven kırılmak üzere. Bizim için merdiven mağara tehlikelerinden biri olup çıktı. Bu mağara, girişi eğimli ve bir kaç kola ayrılmış, bir iki daralı olan küçük bir mağara. İçeride ilginç bir şekilde 5 metre çapında baloncuklardan oluşan, kırmızı renkli nispeten sert kayaçların içinde salonlar vardı. Bulduğumuz bir kristal parçası da kalsit olamayacak kadar sertti, belki kuvarsdı. Bu da bizi buranın oluşumu konusunda meraklandırdı. Ancak bu mağarada dikkatimi çeken guanoların üzerinde hiç görmediğim kadar halkalı solucan olmasıydı.

Mehmet Abi'yi de çok bekletmeden işimizi bitirip bu mağaradan da örneklerimizi topladık, Emrah sayımlarını yaptı, Yaman sanatsal fotoğraflarını çekti ve dönüş yoluna geçtik. Tam eşyalarımızı toplamış mağara ağzından ayrılacaktık ki Emrah ufacık bir kovukta saklanmış bir yarasa kolonisi keşfetti. Bu kadar çok sayıda yarasanın (15-20 kadar vardı) böyle bir yere saklanmasına ve de Emrah'ın bunları orada bulmasına hayret ettik.

Öğle vakti de geldiğinden, gariban mağaracılar olarak ‘ne yesek ki şimdi’ diye düşünürken Mehmet Abi bize büyüklüğünü gösterdi ve evine öğle yemeğine davet etti. Yasemin Abla’nın güzel yemeklerini yedik, kızları Selin ve Hatice ile tanışıp, evin ufaklığı sevimlilik abidesi Serhat’la oyunlar oynadıktan sonra Mehmet Abi ve güzel ailesine veda edip Kızlar Mağarası’nın yoluna düştük.

Kızlar Mağarası daha önce gittiğimiz Dupnisa Mağarası’na yakın bir yerde (Kız Mağarası'yla karıştırılmaya!). Bu yüzden daha kolay ulaştık ama bu defa da ormanlık alan olduğu için mağaranın girişini bulmakta zorlandık. Nihayet Yaman girişi buldu ve herkes işinin başına koyuldu. Bu mağaranın girişi oldukça geniş, büyük bir galerisi ve birkaç odası var. Döküntü kayalar da olduğu için mağara küçük olmasına rağmen omurgasız aranacak yüzey artıyor. Ayrıca bir de 2-3 metrelik bir inişi olan oda var ama ne yazık ki ben oraya inemedim. Yaman'ın dediğine göre oda göründüğü kadarmış, ilerlemiyor yani. Mağaranın girişi geniş demiştim. Geniş olması giriş kısmından içlere doğru karayosunu ve liken yayılmasına neden olmuş. Bunlardan da örnekler toplayıp, mağaradan ayrıldık. Böyle ormanlık alanlarda insan nereye bakacağını şaşırıyor örnekleri ayırıp tespit ederken üzerimizden binlerce leylekten oluşan bir kuş sürüsü geçti. Arazide çalışmanın güzel yanlarından biri de bu olsa gerek.

Üçüncü günün sabahı Sergen'de Mehmet, Aslı ve Sencer'le buluştuk. Yanımıza da bir rehber alıp yollara koyulduk. Bizden önce bir mağara ekibi daha gitmiş, bize mağarayı gösterecek korucu da onlarla birlikteymiş. Bir ümit kim olduğunu anlayamadığımız bu ekibi yakalar da mağaraya beraber ulaşırız demiştik ama farklı bir mağara bulduk. Su çıkan diye kaydettiğimiz mağaranın girişinden tahmin edeceğiniz üzere su çıkıyordu ve oldukça da dar bir ağzı vardı bu yüzden (sazan olduğu için) önden Yaman girdi. İçeride böcek olduğunu söyleyince ardından ben de girdim ama pek ilerleyemedim. Gidebildiğim yere kadarki örnekleri alıp çıktım. Mehmet iki metre ötede bir giriş daha buldu, bu defa da oradan girdik. Burası kuru olan koldu ve gene sürünerek ilerlenebilecek bir daral şeklinde ilerliyordu. Buradan da beklemediğim kadar örnek bulduk ve ilerleyemediğimiz bir noktaya gelene kadar gittik ve Yaman'ı çağırdık (neden? çünkü yine sularda ıslanarak sürünmek gerekiyordu). Gitmediğini söyledi ve geri dönüşe geçtik. Çıkışta biraz dinlendikten sonra daha fazla zamanımız olmadığından aramayı bitirdik ve arabalara doğru yola koyulduk.

Arabalara varınca yemek vakti de geldiğinden Havva'nın gönderdiği müthiş yaprak sarmalarını afiyetle yedik ve Ocak ile Bağlar mağaralarına girmek üzere yola çıktık. Bu mağaralar birbirine oldukça yakın ve bir taş ocağının arazisinde bulunuyorlar. Ne yazık ki benim hastalığım cereyan ettiğinden bu iki mağaraya girmedim ve Zirve ile birlikte arabada ekibin mağaradan gelmesini bekledim. Bu arada Armağan (Yağmur'un yeni adı), Emek ve Kayhan geldiler ve mağaraya doğru yola koyuldular. Anlattıklarına göre büyük bir yarasa kolonisinin (2500 kadar üyesi olan) bulunduğu mağarada yan yana barınan türlerin çeşitliliğine hayret etmişler. Onlar örnek toplayıp fotoğraf çekmekle meşgulken bizim de müzik dinlemek, sohbet etmek, kitap okumak gibi eylemlerle geçirdiğimiz birkaç saatin ardından ekip geldi ve örnekleri ayırıp tespit ettikten sonra kamp kurmak için tekrar yollara düştük. Yenesu Mağarası’nın yakınına kamp attık ve bir güzel yemeklerimizi yedik, sohbet ettik ve nihayet yeni bir güne hazır olmak için erkenden uykuya daldık. Her zamanki gibi en erken ben kalktım ve her zamanki gibi ateş başında uyuyan Yaman sabaha benim "çakmak var mı" sözümle merhaba dedi. Ardından insanları çadır tırmalamak olsun, kırk defa adlarını söylemek olsun, bizzat gidip kaldırmak olsun çeşitli kanser edici yöntemler kullanarak uyandırmayı başardım ve hep birlikte Hazal ile birkaç kişinin ortak çalışması olan omletimizi yiyip Bostantarla Mağarası’nın yollarına düştük. Gene Sergen’den bir rehber eşlik etti bize ve yolun kenarındaki mağaraya ulaştık. Bu mağara genelde dar ilerleyen ancak bir kaç yerinde sürünme gerektiren gayet de eğlenceli bir mağaraydı. Ayrıca canlı çeşitliliği açısından da dikkat çekici bir yoğunluğa sahipti. Bu mağaradan da gerekli örneklemeleri yapıp ayrıldık.

Ceneviz Mağarası’nın yollarına düştük. İşte beni en çok heyecanlandıran mağara buydu. Bizde “mağaranın en güzel yeri çıkışıdır” diye bir laf vardır ama bu mağaranın her yeri güzeldi. Bir kere yolu bir harika; bir ormanın içinden yürüyerek gidiliyor; her yer yemyeşil, güzel kokulu çiçeklerle dolu. Ayrıca gezmesi çok zevkli, sulu, 2 katlı ve bazı yerlerinde tırmanma gerektiren acayip eğlenceli bir mağara. Canlı çeşitliliği de cabası. Özellikle sucul faunası araştırılması gereken bir mağara çünkü şimdiye kadar girdiğim mağaralarda hiç görmediğim sucul böceklere rastladım. Eminim önceden görüp teşhis eden olmuştur ama benim için heyecan verici ve bir yandan da üzücüydü çünkü yanımda plankton kepçem yoktu. Bu mağaranın güzel yanlarından biri de giriş ve çıkışın farklı yerlerden yapılabilmesi. Çıkışta buluşup tekrar yollara düştük, gene güzelim güneş, ağaçlar, kuşlar, çiçekler... İnsan bozkırdan gelince bunlara daha mı bir düşkün oluyor bilemedim.

Bizde bir laf daha vardır "Faliyet eve varmadan bitmez" diye. Hakikaten de öyle yol üzerinde bir yerde yemeğimizi yedikten sonra İstanbul’a doğru yola koyulduk. Yarı uykulu yarı sohbeti kaçırmamaya çalışan insanlar olarak tıpış tıpış giderken yolda önümüze bir araba kapısı çıktı ve ciddi sonuçlanacak bir kazadan Emrah'ın son andaki manevrasıyla kurtulmuş olduk. "Aman arkadakilere haber verelim" diye telefona sarıldık ama biz onlara ulaşana kadar onlar da aynı tehlikeyi atlatmışlardı. Arkadaşlar siz siz olun kapınızı öyle yolun ortasında bırakmayın, hadi bıraktınız bir işaret koyun e mi?


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder